Arka Bahçe

Abone OlGoogle News
Haberin Devamı

Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi...Cümleler vardır, sabun köpüğü gibidir. Birkaç saniye havada uçuşur ve ardından kaybolurlar. Sanki hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış, hiç okunmamış, hiç duyulmamıştırlar. Buna karşın, bazı cümleler de vardır ki; okuyanı, duyanı sarsarlar. Yıllarca hafızalardan çıkmazlar. Son nefesinize kadar sizinle birlikte gelirler. Bir cümleyle hayata bakış açınız bile değişebilir. Sizi öylesine etkiler ki, bambaşka biri dahi olabilirsiniz. Büyük lafları genelde büyük insanlar söylerler. Tarihe yön veren liderler, devlet adamları, yazarlar, şairler... Tıpkı Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü gibi, William Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” dizeleri gibi, Konfüçyüs’ün “Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak” vecizesi gibi. Bunlara benzer insanlık tarihinin ortak hafızasına kazınmış yüzlerce, binlerce örnek vardır. Ama bazen de sıradan diye nitelendirilen insanların trajedilerinden öyle cümleler geriye kalır ki, yüzünüzde bir kırbaç gibi şaklar. Sizi silkeler. Allak bullak eder. Uzun süre kendinize gelemezsiniz. Yalnızlığınızla başbaşa kaldığınızda istemsizce dudaklarınızdan dökülüveren o cümlenin adeta tutsağı olursunuz. Geçtiğimiz yıl bende böylesine etki bırakan ve hiçbir zaman unutamayacağım bir sözü beyin tümöründen ölen 16 yaşındaki Deniz Bayındır söylemişti. Yaşam mücadelesini kaybedeceğini hisseden talihsiz genç, anne-babasına, “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok” demişti. Bugünlerde ise, hayatımızın boşalmış iç yüzeyine ayna tutan bir başka sözle meşgulüm. 24 yaşında Boğaziçi Köprüsü’nden atlayarak intihar eden İpek Ertürk isimli genç kızın geride bıraktığı notta yazıyor: “Yavaş yavaş delirdim, kimse fark etmedi.” İpek kız sonsuzluk ülkesine doğru kanat çırparken hepimize bir hayat dersi veriyor aslında: “Etrafınıza o kadar kalın duvarlar örmüşsünüz ki, hiçbir şeyi fark edemiyorsunuz. Işık ve ses geçirmeyen bir hücrenin içinde gibisiniz. Kimseyi duymuyorsunuz, kimseyi görmüyorsunuz. Kimse de sizi görmüyor! Herkes kendi trajedisiyle meşgul! Duyarsızlık, kayıtsızlık bir hayat felsefesi haline gelmiş. Siz duyarsızlaştıkça, başkaları da size karşı duyarsızlaşıyor. Kör bir toplum haline gelerek kendi kendinizi tüketiyorsunuz.” Oysa hepimiz birer İpek Ertürk olmaya adayız. Bencillik ve iki yüzlülük çağında yavaş yavaş deliriyoruz, birbirimizi fark etmeden. O kadar kendi içimize gömülmüşüz ki, yanıbaşımızda yükselen feryatları duymuyoruz. Kendi çığlımızı da duyuramıyoruz. Dostluk ve sırdaşlık, yerini çıkar ilişkilerine bırakınca, hayatı kendi hapishanemizde mecburi bir görev gibi yaşayıp, ardından sessiz sedasız terk-i diyar eyliyoruz. Geride başarısız bir yaşam ve hüzünlü bir geçmiş bırakarak...Yeryüzünün en zeki varlığı olarak amacımız yaşamımıza manâ katmaksa, başarılı ve mutlu birer birey olmaksa, bizi saran o kalın duvarları yıkarak işe başlamalıyız. Çevremizde olan biteni algılamalıyız, fark etmeliyiz. Sonra sıra bize de gelecektir. Fark eden, fark edilecektir mutlaka. Duvarlar birer birer yıkılacaktır; domino taşları misali... Ancak bu şekilde huzur ve mutluluğumuzu temin edebilir, daha müreffeh bir toplum olabiliriz. Birbirimizin farkına varmalıyız. İş işten geçmeden...Delirmenin eşiğine gelmeden...Fark edilmeyen bir değer: Tuna AltunFark etmediğimiz yalnızca çevremizde yaşanan dramlar, çekilen acılar değil ki... Keşfedilmeyi bekleyen nice değerler, kimsenin farkına varmaması nedeniyle heba olup gidiyor bu ülkede. Önlerindeki parlak gelecekleri, sahip çıkılmaması, ellerinden tutulmaması nedeniyle kararıp gidiyor. Sıradışı doğuyorlar, sıradışı yaşıyorlar; lakin, biz onları görmezden gelerek yeteneklerinin körelmesine yol açıyoruz ve sıradan insanlar haline getiriyoruz. Bu, özellikle sporda böyledir. Bilhassa amatör branşlarda... Doğuştan yetenekli binlerce yıldız adayı, kendilerini fark edecek devlet ve özel sektör kurumu bulamadığı için sistemin kör kuyularında kaybolup gidiyor. Bir müddet nafile bir çabayla çırpınıp duruyorlar. Ardından da gelecek korkusu, geçim gailesi kapılarını çalınca, çok sevdikleri sporu bırakmak zorunda kalıyorlar. Bir başka mesleğe yöneliyorlar. Yıldızlar ve gençler kategorilerilerinde kazandıkları madalyaları odalarının bir köşesine asarak, geçmişin avuntusuyla yaşıyorlar. Türk tenisinin yeni prenslerinden Tuna Altuna da, bu tehlikenin eşiğindeki sporculardan biri. Milliyet’te Bilgin Gökberk, “Köyün Delisi” köşesinde geçen yıl yazdı. Geçtiğimiz hafta aynı yazıyı bir kez daha tekrarladı, Bilgin Ağabey... Çünkü aradan geçen bir yıllık zaman zarfında Tuna’yı farkeden kimse olmadı. Tuna’nın işinin zor olduğunu biliyorum, ama burada ben de tekrarlamadan geçemeyeceğim: Tuna Altuna 17 yaşında. 10 yaşından beri kortlarda raket sallıyor. Tüm yaş kategorilerinde Türkiye şampiyonlukları var. Akdeniz Oyunları’nda ülkemizi temsil eden en genç erkek tenisçi. 48 kez milli olmuş. Şu anda ITF Junior sıralamasında 201’inci sırada. Sıralamada bir kaç basamak çıktığında ülkemizi Temmuz ayında yapılacak Wimbledon Turnuvası’nda temsil etme şansına sahip olacak. Ancak bunun için çok sayıda turnuvaya gitmesi gerekiyor. Ayrıca İspanya’daki Tenis Akademisi’nde çalışması lazım. Çünkü ona antrenman verecek bir antrenör ile sporcu Türkiye’de yok. Yani Tuna’nın Avrupa ve Dünya kortlarına açılabilmesi 3-5 yıla dayanan kurumsal bir sponsorlukla mümkün. Babası Haldun Bey çok sayıda özel şirkete başvuruda bulunmuş. Fakat henüz ses seda yok.Sevgili sponsor kuruluşlar şunu unutmayınız: Gerçek sponsorluk, yıldız adayını bulup onu parlatmaktır. Tuna, kendi yıldızını yaratmak isteyen kurumlar için biçilmiş bir kaftan. Gerisi size kalmış.

YORUM YAZ